Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM
mhsaglamistanbul.edu.tr
Kudüs, kızıl elmasıdır Müslümanın.
Kudüs, gökte yapılıp yeryüzüne indirilmiş kutlu bir şehirdir.
Kudüs, Hz. İbrahim’in, Hz. İshak’ın ve Hz. İsa’nın memleketidir.
Kudüs, vahyin neş’et ettiği ilahi topraklardır.
Kudüs, Hz. İsa’nın göklere çekildiği, Hz. Meryem’in sığınağı olan yerdir.
Kudüs, Efendiler Efendisi’nin miraca yükseldiği, peygamberlere imamlık yaptığı, Allah’ın “etrafını mübarek kıldığımız” buyurduğu mekândır.
Kudüs üç kez tamamen yıkılan, yirmi üç kez işgal edilen, kırk küsur kez kuşatılan bir şehirdir.
Kudüs’te hayat, adalet ile zulüm sarkacında gider gider gelir.
Kudüs bizim, sizin ve dahi tüm insanlığın şehridir.
Kudüs, Kudüslüler ve Mescid-i Aksa oldukça yalnız, oldukça mahzun, tıpkı merhum Akif İnan’ın “Mescid-i Aksa” serlevhalı mısralarında olduğu gibi…
Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde
Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu
Varıp eşiğine alnını koydum
Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu
(…)
Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde
Götür Müslüman’a selam diyordu
Dayanamıyorum bu ayrılığa
Kucaklasın beni İslâm diyordu
Tarihi kanla yazılan Kudüs’ün talihi, Hz. Ömer (637), Sultan Selahaddin (2 Ekim 1187) ve Yavuz Sultan Selim’in (31 Aralık 1516) hâkimiyetleriyle beraber döner.
Müslümanların 636’daki Kudüs muhasarası şiddetlenince Patrik Sophronius, şehrin surlarından seslendi: “Şehri teslim etmek istiyoruz, ancak mü’minlerin emiri gelmeli.”
Hz. Ömer, şehre vardığında patrikle birlikte Hristiyan ahali Şam kapısında kendisini karşıladı. Patrik köşeye çekilip ağlamaya başladı. Gönlü müteessir olan Hz Ömer, “Üzülme, rahat ol. Dünya dönektir; gün vardır lehinedir, gün vardır aleyhinedir” sözleriyle teselli etmek istediğinde Patrik Sophronius cevap verdi: “Saltanatı kaybettiğim için değil; sizin hâkimiyetinizin sonsuza dek devam edeceğini anladığımdan ağladım. Zulmün hâkimiyeti bir andır; adaletin hâkimiyeti ise kıyamete kadardır. Ben sizi fethedip geçen, sonra yıllar içinde kaybolup giden bir idare zannetmiştim.” der.
Hz. Ömer, Kudüs papazlarının tüm ısrarlarına rağmen, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği yerde inşa edilen “Kıyamet Kilisesi”nde namaz kılmaz ve “Benden sonra gelecek olan halifeler benim burada namaz kılmamı bahane edip çok kutsal saydığınız kilisenizi elinizden alabilirler” düşüncesiyle, namazını avluda kılar.
“Allah’ın evi esaret altındayken Selahattin nasıl kendi evinde yatabilir?” deyip çadırda yatıp kalkan Selahaddin Eyyubi, 1187 yılında gerçekleşen Hittin Savaşı neticesinde Kudüs’ü Haçlıların elinden geri almayı başardı. Kudüs halkına en iyi şekilde muamele etti. Kübbetü’s Sahra’nın üstündeki haç işaretini kaldırttı. Şehrin restore, mimari ve yenilenmesine önem verdi. Mescid-i Aksa’ya Nureddin Zenki’nin hazırlamış olduğu minberi hediye etti. Mehmed Âkif’in deyişiyle, “Şark’ın en sevgili Sultanı Selâhaddin” de aynı hassasiyeti sergiledi ve Filistin’den gitmek isteyen papazlara ve halka kolaylık sağlayıp, kalmak isteyenlere başta “inanç özgürlüğü” olmak üzere her türlü özgürlüğü bahşetti.
Peygamber efendimizin hanımlarından Hz. Meymune (r.anha) Validemiz: “Ey Allah’ın Resulü, bize Mescid-i Aksa hakkındaki hükmün ne olduğunu bildirir misiniz?” diye sorduğunda, Sevgili Peygamberimiz cevaben buyurur: ”Oraya (Mescid-i Aksa’ya) gidin ve içinde namaz kılın. Eğer oraya gidemez ve içinde namaz kılamazsanız kandillerinde yakılmak üzere oraya zeytinyağı gönderin.” (Ebu Davud, Kitâbu’s-Salât, 14)
Osmanlılar 28 Aralık 1516’da Sinan Paşa önderliğinde, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sırasında Kudüs’ü ele geçirdi. Kudüs’ün fethinden sonra Yavuz Sultan Selim Mukaddes Kudüs şehrini 31 Aralık 1516 tarihinde ziyaret etti ve şehrin ismini Kudüs-ü Şerif olarak değiştirdi. Osmanlı Devleti Kudüs’e 401 yıl boyunca hâkim oldu. Kanuni Sultan Süleyman, Sultan 4.Murad, Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz ve 2.Abdülhamid Han Kudüs Şehri için pek çok hizmette bulundu. Kanuni Sultan Süleyman Kudüs’e 40 milyon akçe vakfederek burayı bayındır kıldı.
Kudüs’ü 31 Aralık 1516 günü fetheden Yavuz Sultan Selim,”Hadimul Haremeyn” (Kutsal yerlerin hizmetkârı) anlayışını sürdürdü ve selefleriyle aynı tavrı sergiledi. 12 bin şamdan eşliğinde Mescid-i Aksa’nın hemen önündeki avluda ilk yatsı namazını fethe katılan askerleriyle birlikte kıldı.
Yavuz Sultan Selim Kudüs’te çok fazla kalmaz ve “demir tavında dövülür” misali yoluna devam eder. 24 Ocak 1517’de Kahire’yi alıp, 4 Şubat’ta büyük bir törenle şehre girer ve Mısır Memlûkları’na bağlı Abbasi Halifeliği’ne son verir.
6 Temmuz 1517’de ise içinde Hz. Muhammed’in hırkası, dişi, sancağı ve kılıcının da yer aldığı “Mukaddes Emanetler” Hicaz’dan İstanbul’a gönderilir.
Yavuz, 29 Ağustos 1517 tarihinde Ayasofya Camii’nde yapılan büyük bir törenle, son Abbasi halifesi III. Mütevekkil’den “Hadim-i Haremeyn-i Şerifeyn” yani “Mekke ve Medine’nin hizmetkârı” ünvanını devralır ve o andan itibaren bütün dünya Müslümanlarının dini ve siyasi lideri olur.
Rivayete göre, III. Mütevekkil kürsüye çıkıp, Halifeliği Osmanlı Padişahı Sultan Selim Han’a devrettiğini açıklar. Sırtındaki cübbeyi Yavuz Sultan Selim’e kendi elleriyle giydirir ve Halifelik nişanlarından sayılan kılıcı hükümdarın beline bağlar.
Yavuz’dan sonraki tüm Osmanlı padişahları, sultanlık ve padişahlık ünvanına ek olarak “Halife” ünvanını da kullanır. Halifelik makamı, 1 Kasım 1922 tarihine kadar geçen 407 yıllık süre zarfında Osmanlı Devleti’nin uhdesinde kalır.
İngilizler, Hint Müslümanları üzerinde halifelik makamının belli bir gücü olduğunu çok iyi biliyorlardı. İngiliz emperyalizmi için önemli bir tehdit unsuru olan Halifelik makamının ne olursa olsun Türklerin ve Müslümanların elinden alınması gerekiyordu.
1 Kasım 1922’de saltanat ve halifelik makamı birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı ve halifenin yetkileri dini konularla sınırlandırıldı. Vahdettin’in ülkeyi terk etmesinin ardından Osmanlı sülâlesinden Abdülmecid Efendi, TBMM tarafından 116. İslâm halifesi olarak seçildi.
Lozan Anlaşması Türkiye tarafından 24 Temmuz 1923’de onaylanmasına rağmen, İngiltere bu anlaşmayı bir yıl boyunca imzalamadı. Bunun nedeni TBMM’nin halifelik makamına son vermemesiydi. İngiltere devleti bu anlaşmaya ancak 16 Temmuz 1924 tarihinde yani Hilâfet makamının kaldırıldığı 3 Mart 1924’den dört ay sonra imza attı. Böylelikle tam 407 yıl süreyle Türklerin uhdesinde bulunan Halifelik makamı, Cumhuriyet kadroları tarafından tasfiye edilip Türklerin eli Müslüman dünyasından ve Ortadoğu’dan tamamıyla kopartıldı.
Batı dünyasında Müslümanlara yönelik ilk Haçlı Seferleri sanıldığının aksine 12. yüzyılda değil, bundan çok daha önceleri 9. yüzyılda başlamıştı. Sebebi ise İspanya ve Portekiz’in Müslümanlardan temizlenmesiydi.
Müslümanlar 711 yılında Tarık bin Ziyad öncülüğünde İspanya’ya ayak basmış ve orada Endülüs İslâm medeniyetini kurmuştu. Müslümanların İspanya’dan atılmasına yönelik ilk girişimler 9. yüzyılda başlamış ve bilindiği üzere 1492 yılında tamamlanmıştı. Neticede o coğrafyadaki İslâm hakimiyeti bütünüyle sona erdi. Ve rivayete göre Gırnata emirliğinin son sultanı Ebu Abdullah (12. Muhammed) şehrin anahtarlarını savaşmadan İspanyol kral ve kraliçesine teslim ettikten sonra artık bu şehirde kalamayacağını anlayarak şehri terk eder. Günbatımı yaklaşmıştır. Güneş, yapımı neredeyse 250 sene sürmüş, her karışı ilmek ilmek işlenmiş ve dört bir tarafında “Ve lâ galibe illallah” (Allah’tan başka galip yoktur) cümlesinin zikredildiği Elhamra Sarayı’na son kez vurmaktadır. Yüzyıllarca bu coğrafyada hüküm sürmüş bir medeniyetin son veda vaktidir. Sultan Abdullah tepenin başında durur, son bir kez arkasını döner ve gözlerinden ilk damlalar düşerken, ona söylenebilecek en ağır sözü hemen yanı başındaki annesi söyler; “Ağla oğlum ağla… Erkekler gibi savaşmadın şimdi sana kadınlar gibi ağlamak yaraşır”.
Tarih kitaplarında Haçlı Seferleri olarak isimlendirilen ve Kudüs’ün Hıristiyan hakimiyetine sokulması amacını güden toplam dokuz askeri harekat vardır. Hıristiyanlar için kutsal sayılan toprakların ele geçirilmesi, Kudüs’ün kurtarılması ve Papalık gelirlerinin arttırılması çok önemliydi. Birinci Haçlı Seferi işte bu idealler doğrultusunda 1095-1099 yılları arasında gerçekleştirildi. 15 Temmuz 1099 günü Kudüs şehri Haçlıların eline geçti ve şehirde yaşayan tüm Müslüman ve Yahudiler öldürüldü. Selâhaddîn Eyyubi 1187 yılında Kudüs’ü geri alıncaya kadar 88 yıl boyunca bu şehir Kutsal Kudüs Devleti’nin başkenti olarak kaldı.
İkinci Haçlı Seferi ise Musul Atabeyi’nin 1144 yılında Urfa’yı ele geçirip Urfa Kontluğu’na son vermesi üzerine 1147-49 yılları arasında gerçekleşti. Almanya İmparatoru III. Konrad ve Fransa Kralı VII. Louis, ordularının başına geçerek Anadolu’ya girdi, ancak Selçuklu ordularının direnişiyle karşılaşıp Avrupa’ya geri döndü.
Üçüncü Haçlı Seferi, Selâhaddîn Eyyubi’nin 1187 yılında Kudüs’ü ele geçirmesi üzerine 1189-92 yılları arasında gerçekleşti. Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa, yüzbin kişilik ordu ile Anadolu’ya girdi. Fransa Kralı II. Philip ve İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard Akdeniz yoluyla Akka’ya çıkıp bu şehri ele geçirdi. Richard Kudüs’ü ele geçirmek için birkaç defa hücumda bulunduysa da şehri Müslümanlardan alamadı.
Dördüncü Haçlı Seferi 1202-04 yılları arasında yaşandı. Papa III. Innocentius, Kudüs’ü kurtarmak amacıyla tüm Avrupa’yı sefere davet etti. Toplanan ordunun emir komutası İtalyan Bonifacio’ya verildi. Ancak Latin orduları Kudüs yerine İstanbul’a yöneldi ve Konstantinopolis işgal edildi. İstanbul, tarihinin en büyük yıkımını yaşadı. Haçlılar evleri yağmalamakla işe başladı. Yağmaya şahit olan erken dönem Fransız lirik şairlerinden Villehardouinli Geoffrey isimli tarihçi, “Askerler elbiselerinin üzerine işlenmiş olan haçın mânâsını unuttular, kasaplığa ve kundakçılığa giriştiler. Evler ateşe verildi, saraylarla resmi binalar tamamen soyuldu. Erkekler öldürüldü, kadınlar tecavüze uğradı, en kıymetsiz eşyalar, hatta köylülerin gömlekleri bile yağmalandı.” diye yazar.
Binaların soyulup soğana çevrilmesinden sonra, sıra o devrin en büyük mabedi olan Ayasofya’ya gelir. Ayasofya sadece yağmalanmakla kalmaz, tam bir rezalete sahne olur. Askerler kiliseye katırlar ve bir Fransız fahişeyle girer. Duvarlardaki kaplamalar, Hz. İsa’nın havarileri ile Hazreti Meryem’e ait olduğuna inanılan eşyalar, İsa’nın çarmıha gerilmesinde kullanıldığı söylenen kutsal çivilerden biri ile İsa’nın başına takılan dikenli taç, altın ve gümüş haçlar ve kıymetli madenlerden yapılmış ne varsa katırlara yüklenir. Kilisede bir taraflara saklanmış olan rahiplerin karınları deşilirken, rahibeler tecavüze uğrar. Talana yetişemeyen Katolik askerler ise Ayasofya’nın şifalı olduğu, böbrek ve göğüs ağrılarına iyi geldiği söylenen sütunlarından parçalar kopartmaya girişir. Yüklenen eşyaların ağırlığı altında hareket edemez hale gelip oldukları yere yığılan katırlar ise kılıçlarla parçalanır. Kilisede ne var ne yok götürüldükten sonra, sıra eğlenceye gelir ve askerlerin beraberinde getirdiği Fransız fahişe, Ortodoks Patriği’nin birkaç gün öncesine kadar vaaz verdiği kürsüye çıkıp açık saçık şarkılar okumaya ve müstehcen bir şekilde raks etmeye başlar. Askerler o sırada fıçılar dolusu şarabı içmekle meşguldür.
Doğu Romalılar 1204’teki bu felâketi hiç bir zaman unutmadı. Sonraki asırlarda yaşanan Türk ilerleyişi karşısında Katolik dünyasından yardım istemek yerine “Ayasofya’da kardinal külâhını görmektense Müslüman sarığını tercih ederiz” demelerinin nedeni işte bu vahşettir. Kurulan Latin İmparatorluğu 1204-61 yılları arasında hüküm sürdü. 1261’de VIII. Mikhail Palaiologos Konstantinopolis’i geri aldı ve Latin Devleti’ne son verip Doğu Roma İmparatorluğu’nu tekrardan ihya etti.
Beşinci Haçlı seferi Kudüs şehrinin anahtarlarının Mısır’ın elinde olduğuna inanan Papa III. Innocentius’un 1213 yılında yaptığı çağrı üzerine gerçekleşti. Haçlı ordusu Kahire üzerine yürüdü. Fakat Mansure yakınlarında Nil Nehri’nin yükselmesi dolayısıyla yüksek bir arazide mahsur kalıp teslim oldu.
Altıncı Haçlı Seferi 1228-29 yılları arasında gerçekleşti. 18 Şubat 1229’da Eyyubiler ile Haçlılar arasında 10 yıllık bir barış antlaşması imzalandı. Buna göre Kudüs ile Beytüllahim, Nasıra, Yafa ve Sayda şehirleri Kutsal Kudüs Krallığı idaresine bırakıldı. Kudüs, 1244 yılında Harezm Tatarları tarafından yağmalandı. Hıristiyan nüfus katledilip, Yahudiler kovuldu. Şehir, 1247 yılında tekrardan Eyyubilerin eline geçti.
Yedinci Haçlı Seferi ise 1248-54 yılları arasında Fransa Kralı IX. Louis tarafından sevk ve idare edildi. Mısır’da Dimyat’ı zapteden IX. Louis, Kahire üzerine yürüdü ancak burada bozguna uğrayıp esir düştü. Fransız kralı fidye ödeyerek serbest kaldı.
Kudüs şehri 1250 yılında bu defa Memlûkların eline geçti. Sekizinci Haçlı seferi 1268-70 yıllarında yine Fransa Kralı IX. Louis tarafından düzenlendi. Kral ve ordusunun yarısı veba salgını nedeniyle öldü. Dokuzuncu ve son Haçlı Seferi ise 1271-72 yıllarında gerçekleşti. Sonradan İngiltere Kralı olacak Prens Edward, Memlûk Sultanı Baybars’a karşı Kutsal Kudüs Krallığı’nın merkezi olan Akka’ya gitmek için bir sefer düzenledi. Başarısızlıkla sonuçlanan bu sefer Haçlıların Ortadoğu’ya düzenledikleri son sefer oldu. 1250 yılından beri Memlûkların idaresinde olan Kudüs şehri ise 1517 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katıldı.
İsmi Konulmayan 10. Haçlı Seferi…
Şimdi gelelim Haçlı Seferleri listesinde yer almayan ancak Hıristiyanların başarısıyla sonuçlanan 10. Haçlı Seferine. Bu Haçlı Seferi, 1914-18 yılları arasında yani son yapılan Haçlı seferinden tam 643 yıl sonra Osmanlı’ya karşı yapıldı. İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Yunanistan ve diğer bazı devletler bu savaş içerisinde yer aldı. Amaç, Müslüman Türkleri Avrupa topraklarından tamamen söküp atmaktı. Başarılı da oldular. Türkler, Trakya hariç Avrupa topraklarının tamamından püskürtüldü. Kudüs İngilizlerin eline geçti. Aslan Yürekli Richard’ın hayâli altı buçuk asır sonra gerçekleşti. Türkler, Ortadoğu’daki tüm topraklarını kaybetti ve küçücük bir coğrafyaya hapsedildi.
Önce Kudüs düşer, 11 Aralık 1917…
Osmanlı Devleti çökerken, bizler Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük hakimiyetten sonra 9 Aralık 1917 tarihinde bir Pazar günü terk ettik. Zaten elimizde tutmaya da imkân yoktur. Ordu bozulmuş, çekiliyor. 11 Aralık 1917’de Osmanlı ordusunu yenerek Kudüs’e giren İngiliz Orduları Komutanı Orgeneral Edmund Allenby, Selâhaddîn Eyyubi’nin mezarına ayağıyla vurarak; “Kalk Selâhaddîn biz yine geldik” şeklinde bir cümle sarf eder. “Yine geldik” derken 1189 yılında 3. Haçlı Seferine katılan ve başarısız olan İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard’ın ilk gelişini kasdeder.
Kudüs düşünce sıra İstanbul’a gelir, 8 Şubat 1919…
İtilaf devletleri Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan hemen sonra anlaşma gereğince 13 Kasım 1918’de İstanbul’u fiilen işgal eder. 16 Mart 1920’deki ikinci ve sert işgal dalgası ise tam bir gözdağı niteliğindedir. İşgal sırasında İngiliz askerleri Şehzadebaşı Mızıka Karakolu’nu basıp askerleri süngülemiş, resmi daireleri işgal etmiş ve Meclis-i Mebusan üyelerinden bir kısmını tutuklayıp Malta Adası’na sürgüne göndermişlerdi. İşgal sırasında işgalci subay ve askerler içlerindeki yüzlerce yıllık kin ve nefreti ortalığa saçar. Özellikle Fransız General Franchet d’Esperey’in yaptıkları, Müslüman İstanbul ahalisini derinden sarsar. Oysa Fransızlar Osmanlı Devleti tarafından sürekli korunup kollanmış ve uzun yıllar kadim dost olarak görülmüşlerdi. Fransız General d’Esperey, 8 Şubat 1919’da gösterişli bir şekilde İstanbul’a giriş yapar. Galata rıhtımından Beyoğlu’na kadar zafer alayı tertip ettirir. İki zencinin başından çektiği dizginsiz “beyaz” bir ata binmiştir. Eski Roma İmparatorları gibi etrafını selamlayarak alay halinde ilerler. İstanbul’un fethine gönderme yaparak Fatih Sultan Mehmet’in yaptığı gibi beyaz bir ata biner ve “Romalılar geri döndü” demek ister. Hatta o denli ileri gider ki Dolmabahçe Sarayı’nda oturmak istediğini ve Padişah’ın sarayı terk etmesini söyleyerek yoluna devam eder.
Ve son olarak Bursa, Temmuz 1920…
Yunan askerleri Bursa’ya girmiştir. Askerlerin başında Venizelos’un yedek subay oğlu Sophoklis Venizelos vardır. Osmanlı’nın ilk başkentinde tarih sanki 600 sene öncesine dönmüştür. Tutsak şehirde ezanların hıçkırdığı bir Ramazan günüdür. Sophoklis’in günlerdir beklediği Atinalı fotoğrafçı nihayet şehre gelmiştir. Sophoklis fotoğrafçıyı da yanına alarak bir manga askerle Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin türbesine yönelir. Türbenin yanına vardıklarında kapının kilitli olduğu görülür. Venizelos’un askerleri bir kale burcuna saldırırcasına türbe kapısına yüklenirler. Tahta kapıyı kırıp türbeye girerler. Ne yapacağını anlamayan askerler her an birileri çıkıverecekmiş gibi süngülü tüfeklerini türbe kapısına doğrulturlar. Osman Gazi’nin sandukası, başındaki sarığıyla öylesine vakur öylesine haşmetlidir ki ister istemez irkilirler. Sophoklis şaşkın bakışlar arasında sandukanın yanına gelir, mahmuzlu çizmelerini kaldırarak sandukaya üst üste üç tekme savurur. Sophoklis kılıcını çekip hayâli düşmanına doğru hamle yapar gibi sallarken bağırır: “Koca Osman! kurduğun devleti yıktık. Seni öldürmeye geldim”. Bir müddet türbenin içinde kılıcını sallayarak dolaştıktan sonra zafer kazanmış bir kumandan edâsına bürünür. Bir ayağını sandukanın üzerine koyar, kılıcına dayanır ve fotoğrafçıya seslenir: “Çek bakalım bir Bursa hatırası…”
Sophoklis, Don Kişot edasıyla çektirdiği bu fotoğrafın arkasına şu satırları yazarak Atina’ya gönderir; “Ordularımız Bursa’ya hakimdir. Şu anda Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman ayaklarımın altındadır. Bizans’ın intikamını aldım.”
Üç olay üç hikâye…
Birisi Kudüs’te, biri İstanbul’da, diğeri ise Bursa’da yaşanıyor. Üç olayında birbirinden hiçbir farkı yok. Her üç olay da bizim ruhumuzda derin yaralar açtı ve hiçbir zaman unutulmadı. Birbiri peşi sıra kaybedilen topraklar, küçülen sınırlar, ihanetler, hayâl kırıklıkları, mal ve can kayıpları ve daha neler neler..
Biz milyonlarca kilometre karelik toprak parçalarını birbiri peşi sıra kaybedip, Avrupa, Asya ve Afrika topraklarından çekilirken geride milyonlarca insanımızı bıraktık. Hem de ne bırakma?
Vücudumuzdaki tüm damarlar lime lime söküldü. Aradan 90 yıl geçmesine rağmen ödünç verdiğimiz Arnavutluk, Yunanistan, Adalar, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Kırım, Gürcistan, Mısır, Sudan, Tunus, Libya, Cezayir, Yemen, Mekke, Medine, Halep, Filistin, Kudüs, Beyrut, Şam, Basra, Musul ve Kerkük bizim için halen vatandır.
Bu topraklar bizim için haslettir.
Yüreğimizde sızı, gönlümüzün kanayan yarasıdır.
Kudüs 100 yıldır na-masun, 100 yıldır hüzünlü, 100 yıldır kederli.
Kudüs için için ağlıyor ve “kucaklasın beni İslâm” demeye devam ediyor.
“Mekke iddiamız, Medine davamız, Kudüs bitmeyen duamız; İstanbul son durağımız, son sığınağımız, koruyucu kalkanımızdır. İstanbul Kudüs’ündür, Kudüs İstanbul’un… Şam ve Bosna, Üsküp ve Kudüs emanettir bize. Emanetine sahip çık ey Türkiye!.. Ey Müslümanlar!.. Kudüslü bacılarım kadar dik durun. Dik durun ki dünya Müslüman’ın ne olduğunu öğrensin artık. Kudüs’ü savunmak, gerçek bağımsızlığı savunmaktır.” demişti Üstad Nuri Pakdil!.. Ve arkasından eklemişti: “İmanımdan vazgeçmedikçe, Kudüs’ten vazgeçemem!..”
Kudüs’ün esaretten kurtulup sevinçten ağlayacağı günleri görmek ümidiyle…
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.